10 Mart 2008 Pazartesi

Niçin Türkiye değil?

******NİÇİN TÜRKİYE DEĞİL ? ******

Zararın neresinden dönülse kardır mantığıyla bol bol forward please...Turkey kelimesi Osmanlı imparatorluğunun son zamanlarında ilk defa İngiliz kaynaklarında, biraz da alay ifade ederek kullanılmıştır.Bazı ülkeler kendilerini GREAT==BÜYÜK, ÖNEMLİ - olarak nitelerken Ülkemizin bir kümes hayvanının ismi ile anılması kabul edilemez. Kelimenin iticiliği ve ülkemizi ne şekilde ifade edeceği düşünülmeden adete ülkemizin isminin İngilizce ifadesi imiş gibi Türkler tarafından da kullanılmış ve kullanılmaktadır. Özel isimler bir başka dilde de aynı şekildedir. Bir zamanlar Habeşiştan olarak bilinen ülke tüm Dünyaya adının Etopya olduğunu ve bundan böyle Habeşiştan olarak gönderilen hiç bir postanın alınmayacağını açıklamış ve tüm dünya Etopya adını kullanmaya başlamıştır. Ya Türkiye !, Bir kümes hayvanının adı ile anılıyor. Uluslararası toplantılarda ülkemizi temsil eden başta sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere tüm görevlilerin önünde "HİNDİ" anlamında "TURKEY" yazıyor. Bundan rahatsız olmamak mümkün mü ? Örneğin Mısır. Bu ülkeye Mısır adını biz veriyoruz. Kendileri Mısır adını kullanıyorlar mı ? Uluslararası alanda adı Mısır olarak mı geçiyor. O ülkenin adı "Mısır Arap Cumhuriyetidir. " ikinci adı yoktur. Arapça yazılışı ile mim , sad ve r harflerinden oluşur ve "şehir, ülke" anlamındadır. Bizim kullandığımız mısır ile ilgilisi yoktur. Benzerlik nedeniyle ve Türk dilinin fonetiği nedeniyle Mısr yerine kullanılıyor. Ama sadece biz kullanıyoruz. İngilizler Egypt diyor. Ülkelerden bir tanesi kendi dilinde bize hindi dese dikkate almayabiliriz. Bir başka örnek ise Hindistan. Siz hiç uluslararası bir toplantıda Hindistan diye bir kelime gördünüz mü? Aynı hata. Hindistan bu ülkeye sadece Türklerin verdiği bir isimdir. Uluslararası isim değildir. Malezya mal mı oluyor diyenler de aynı şekilde.Bizim ismimiz Türkiye kelimesi bir ülkenin dilinde başka anlama gelebilir. Bu önemli değil. Bütün dillerde tek tek ülkemizin adının iyi anlama gelmesi gerekmez. Ancak bir de uluslararası ülke isimleri vardır. Uluslararası toplantılarda bu isim kullanılır. Türkiyenin uluslararası toplantılarda adı Ingilizlerin söylediği Turkey olarak geçiyor. Varsın ingilizler Turkey demeye devam etsin. Ancak bize Turcia, Turkia gibi değişik şekillerde söyleyenler de var. Onlar da devam etsinler. Ancak uluslararası bir toplantıda ülkemizin adı bizim söylediğimiz şekilde Türkiye olarak geçmelidir. Diyorlar ki Türkiye kelimesinde bulunan ü harfi Avrupa dilllerinde yokmuş.Bu nedenle sorun oluyormuş. Avrupa Birliği toplantısında Türkiye delegesinin önünde Turkey==Hindi Yazarken Yunanisten elegesinin önünde bırakın latin harflerini Yunan alfabesi ile ELLAS yazıyor. Yunanlıların hiç bir harfi batı alfabesinde yok. Ülkesini ve dilini seven Yunan delegesini kutluyorum. Türk delegesine söyleyecek söz bulamıyorum. ASLINDA YAPILACAK TEK ŞEY HÜKÜMETİN BİR AÇIKLAMA YAPARAK 1 YILLIK GEÇİŞ SÜRESİ SONUNDA TURKEY YAZILI HİÇ BİR POSTA'NIN KABUL EDİLMEYECEĞİNİ DÜNYAYA AÇIKLAMASIDIR. HABEŞİŞTAN BÖYLE YAPTI. ETOPYA OLDU. BİZ BÜTÜN LOGOLARIMIZI TÜRKİYE DİYE YAZSAK DA TURKEY DİYENE ENGEL OLMAYACAKTIR. BU NEDENLE RESMEN BELİRTTİĞİMİZ YOL İZLENMELİ. Medya ve Hükümeti göreve davet edelim. "Republic of Turkey == Hindi Cumhuriyeti" Bu ismi istemiyoruz. "Republic of Turkiye" olmalı. Bu kampanya sonuç alınıncaya kadar sürecektir. Elbet birgün bu ülkenin adının Türkiye olduğu ve Turkey olarak gönderilen postaların alınmayacağı dünyaya ilan edilecektir. Uluslararası toplantılarda Cumhurbaşkanımızın önünde Turkey değil Türkiye yazdığı günler gelecektir. Sadece eski fotoğraflara bakarken Turkey yazısını görüp "Ne kadar duyarsız" olduğumuza şaşıracağımız günler gelecektir.

30 Aralık 2007 Pazar

Türklere Ait İlk Yazılı Belge

Türk Tarih Kurumu tarafından üç ayda bir yayınlanan Belleten'in Temmuz 1969 tarihli 131. sayısında (427. sayfada) "Milâttan Önce Dördüncü Yüzyıla Ait Türkçe Yazıtlar Bulundu" başlıklı kısa bir haber vardı. Tass Ajansı'nın Alma Ata kaynaklı bir haberinde bu yazıtlarda yapılan incelemelere göre bunların Milâttan Önce 4. Yüzyılda meydana getirildiği ve merkezi İle ırmağı bölgesi olan eski ve tek bir Türk devletinin varlığının ortaya çıktığı ilâve ediliyordu. Haberin sonunda da Türk Tarih Kurumu'nun Moskova'daki Türk Büyükelçiliğine ve Sovyet İlimler Akademisi'ne mektup yazarak bu husustaki yayınların gönderilmesini istediği ve bunlar geldikten sonra incelenerek edinilecek bilginin tarih kitaplarına geçmesinin sağlanacağı açıklanıyordu.

Bu haber Türk tarihi bakımından çok mühimdi. Bu sebeple, daha sonra çıkacak olan Belleten'leri merakla bekledik. Fakat Ekim 1969 tarihli 132. sayı, Ocak 1970 tarihli 133. sayı ve Nisan 1970 tarihli 134. sayılar, hem de biraz gecikerek çıktığı halde bu eski Türk yazıtları hakkında hiçbir haber yayınlanmadı.

Biz merakla beklerken, Ankara'da yayınlanan haftalık "Devlet" gazetesinin bir sayısında Hasan Oraltay'ın "Altın Elbiseli Adam" başlıklı makalesi bizi oldukça aydınlattı. Doğu Türkistan Kazak Türkleri'nden olup Almanyâ da bulunan ve Almanya'ya bol bol gelen "Kazakistan Cumhuriyeti" yayınlarını takip eden Hasan Oraltay bu konu üzerin de çok ilgi çekecek bilgiler vermektedir. Şöyle ki:

Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti İlimler Akademisi, Tarih-Arkeoloji ve Etnoğrafya Enstitüsü'nün Arkeoloji bölümü müdürü olan Kemal Akişoğlu yönetiminde, Kazakistan başkenti Almatı (=Alma Ata) şehrinin 50 kilometre yakınındaki Esik harabelerinde yapılan kazı sonunda altın elbiseli bir adam bulunmuştur. Bu adamın başlığı tamamiyle altınla süslenmiş ve altınların üstü at, arslan, yabanî koyun, geyik ve dağ keçisi resimleriyle işlenmiştir. Zırhı, ceketi, şalvarı, çizmesinin üst tarafları da altınlarla süslüdür. Bu altınlar okadar çoktur ki arkeologlar ilk önce bu genç adamın tamamen altından elbise giydiğini sanmışlardır. Kemeri ise som altındandır. Bu altınlar üzerindeki işlemeler büyük bir sanat eseridir. Sağ kolundaki kılıcı, sol tarafındaki bıçağının kını ve kamçısı da hep altınla kaplıdır. Kimyevî usullerle yapılan incelemelere göre altın giyimli adamın 18 yaşlarında olması gerekmektedir.

Sağ elindeki iki altın yüzükten birinde insan resmi vardır. Bu mezarda 4.000 tane altın eşya bulunmuştur. Fakat bir de gümüş eşyalar vardır ki asıl mühim olanlar bunlardır. Çünkü bir gümüş kepçenin dibinde 26 harfli bir yazı görülmüştür. Bunlar bizim bildiğimiz Gök Türk (Orkun) yazılarına çok benzemekte, bazıları da onlarla ayniyet göstermektedir.

Kazak Türkleri'nin tanınmış şair ve tarihçilerinden Olcas Süleymanoğlu, 25 Eylül 1970 tarihli "Kazak Edebiyeti" (=Edebiyatı) gazetesinde Altın Elbiseli Adam hakkında bir yazı yayınlamıştır.

Olcas Süleymanoğlu bu yazısında "İşin mühim tarafı bu yazıların hangi dille yazılmış olduğudur' diyor. Olcas'a göre bu harfler, Orkun harflerinın başkangıcı ve eski şeklidir. Kendisi bu 26 harfli yazıda 8 kelimeyi okuyabildiğini söylüyor. Okuduklarının mânâsı şu: "Hakanın oğlu 23 yaşında yok oldu. Halkın şerefi de yok oldu".

Burada sekizden fazla kelime varsa da eski Türkçe icazlı bir dil olduğundan bugünkü Türkçeye çevrilişi sırasında daha çok kelime kullanılmış olabilir. Devlet'teki yazıdan birkaç gün sonra, 14 Kasım 1970 tarihli Yeni Gazete'de "Arkeolojinin Ortaya Çıkardığı Yeni Gerçekler" başlıklı bir yazı yayınlandı.

"Komsomolskaya Pravda"dan alınan bu yazı da aynı konu üzerindedir. Bu imzasız yazıda yapılan açıklamada bazı küçük farklar vardır. Hasan Oraltay'ın "Esik harabesi" dediği yere burada "Issık köyü" deniliyor ve mezarın tesadüfen bulunduğu anlatılıyor: Issık otobüs garajı genişletilirken buldozer çalışmaları sırasında mezar ortaya çıkmış. Mezarın üstündeki çatı Tiyanşan ormanlarından getirilmiş köknar kerestesiyle yapılmış. Yazılar gümüş bir bardakta imiş ve bardaktaki yazıdan şu mânâ çıkıyormuş: "Hanın oğlu yirmi üçünde öldü. Issık halkının başı sağ olsun".

İlk iki kelime "khan uya" diye okunuyormuş ve han oğlu demekmiş. "Uyâ'nın hangi Türk lehçesinde "oğul" demek olduğunu bilmiyoruz. Bu günkü Kıgızca'da bu kelime "yuva" demektir. Kaşgarlı Mahmud'da da aynı mânâya gelir. Yalnız Gök Türkçede "kardeş, hısım" demek olduğu Hüseyin Namık Orkun'un eserinde kayıtlıdır (Bak: Eskı Türk Yazıtları, IV, 125). Bu sebeple bu ilk kelimeye "Han'ın kardeşi" diye çevirmek de mümkündür. Bir de eski Türkçede gırtlaktan okunan "h", yani "kh" harfı yoktur. Onun için "khan uyan'nın "kan uya" olması icab eder. 720 yıllarında dikilmiş olan Bilge Tonyukuk yazıtında "han" kelimesi "kan" şeklinde geçer.

Fakat gazete haberleriyle kesin bir sonuca varmak imkânı olmadığı için Hasan Oraltay'dan o harflerin fotokopisini göndermesini rica ettim; derhal göndermek lûtfunda bulundu.

Bu fotokopiye göre söz konusu kepçe veya bardaktaki 26 harf, 26 çeşit harf değildir. Buradaki yazıda bulunan harflerin sayısı 26 tanedir. Mükerrerler vardır. Orkun yazıtlarındaki "kalın R" harfinin aynı burada 6 tanedir. Orkun'daki "a, e" harfinin ters çevrilmiş şekli 2 tanedir. Sözün kısası burada 18 çeşit harf vardır. Baştaki ilk üç harfi "gan" yani "han" okumak mümkündür. Fakat iyice inceleme yapmadan herhangi bir hükümde bulunmak albette doğru olmaz.

Ancak, Türk ırkının doğduğu bölgede bulunan eski bir mezarın, aksi kesin deliller bulunmadıkça, Türkler'e ait olacağı pek tabiidir. Orada görülen alfabenin Gök Türk alfabesinin iptidaî şekli olması da akla çok yatkındır. Daha çok Yenisey bölgesindeki mezarlarda bulunan harflere benzemektedir. Türkler'e ait olduğu ispat edilirse, Milâttan Önceki Beşinci yüzyıllara ait olan bu mezar ve yazı, Türk tarihinin Kunlar'dan öncesini aydınlatacak ve Türk yazısını 2.500 yıl önceye götürerek millî kültürün sağlam temellerini ortaya koymuş olacaktır.

Ruslar'la yapılmış bir kültür anlaşması varken, üniversitelerin ve Türk Tarih Kurumu'nun oraya bir ilim heyeti göndererek Kazak ırkdaşlarımızla ortaklaşa ilmî çalişmalar yapması ne kadar iyi olurdu.


Ötüken, 21 Kasım 1970, Sayı: 12

25 Eylül 2007 Salı

ATATÜRK ve Türk Dil Kurumu

TDK'nin kurucu ve koruyucu (hami) başkanı Yüce Atatürk, 12 Temmuz 1932 tarihinden itibaren ölünceye dek TDK ile yakından ilgilenmiş; çalışmalarını takip etmiş, bazen Genel Merkez Kurulu ve Terim Kolu toplantılarına başkanlık yapmış, bazen de bazı yönetici ve üyelerle sofrasında uzun uzadıya Kurum çalışmalarını ele almış, yönlendirici uyarılarda, tavsiyelerde bulunmuştur.

11 Temmuz 1932:
...

Türk tarihiyle ilgili konular görüşüldükten sonra Gazi, şu soruyu sorar:


"-Dil işlerini düşünme zamanı da gelmiştir. Ne dersiniz?"

Düşüncesinin sevinçle karşılanması üzerine:

"-Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı, Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun." der.

Türk Dil Kurumu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla 12 Temmuz 1932'de Atatürk'ün talimatıyla kurulmuştur. Cemiyetin kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Sâmih Rif'at, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri'dir.

Kurumun ilk başkanı Sâmih Rif'at'tır. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, "Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek" olarak tespit edilmiştir.

Atatürk'ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun "Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın" adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmiştir. Sonraki kurultaylarda bu kollardan bazıları ayrılmış, bazıları tekrar birleştirilmiş; fakat ana çatı değiştirilmemiştir. 1934'te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936'daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştur.

Türk Dil Kurumu başlangıçtan beri çalışmalarını iki ana eksen üzerinde yürütmüştür: 1. Türk dili üzerinde araştırmalar yapmak, yaptırmak; 2. Türk dilinin güncel sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları bulmak.

Atatürk'ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları bizzat inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk (Runik) yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940'larda yayın hayatına çıkabilen Divanü Lügati't-Türk, Kutadgu Bilig gibi eserler üzerinde de yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır. Daha sonra birçok cilt hâlinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü'yle ilgili çalışmalar da Atatürk'ün sağlığında başlamıştır. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdir. Çağdaş Türkçenin grameri, sözlüğü, imlâsı ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmiştir.
--------------------------------------------------------------------------------

18 Eylül 2007 Salı

Karamanoğlu Mehmet Bey’i Arıyorum



Arıyorum

Karamanoğlu Mehmet Bey'i arıyorum
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Bir ferman yayınlamıştı;

'Bu günden sonra, divanda, dergahta, bargahta, mecliste,
meydanda Türkçe'den başka dil konuşulmaya' diye,

Hatırlayanınız var mı?
Dolanın yurdun dört bir yanını,
Çarşıyı, pazarı, köyü, şehiri,
Fermana uyanınız var mı?

Nutkum tutuldu, şaşırdım, merak ettim,
Dolandığınız yerlerdeki Türkçe olmayan isimlere,
Gördüklerine, duyduklarına üzüleniniz var mı?

Tanıtımın demo, sunucunun spiker,
Gösteri adamının showmen, radyo sunucusunun diskjokey,
Hanım ağanın first lady olduğuna şaşıranınız var mı?

Dükkanın store, bakkalın market, torbasının poşet,
Mağazanın süper, hiper, gros market,
Ucuzluğun damping olduğuna kananınız var mı?

İlan tahtasının bilboard, sayı tabelasının skorboard,
Bilgi alışının brifing, bildirgenin deklarasyon,
Merakın, uğraşın hobby olduğuna güleniniz var mı?

Bırakın eli, özün bile seyrek uğradığı,
Beldelerin girişinde welcome,
Çıkışında goodbye okuyanınız var mı?

Korumanın, muhafızın body guard,
Sanat ve meslek pirlerinin duayen,
İtibarın, saygınlığın prestij olduğunu bileniniz var mı?

Sekinin, alanın platform, merkezin center,
Büyüğün mega, küçüğün mikro, sonun final,
Özlemin, hasretin nostalji olduğunu öğreneniniz var mı?

İş hanımızı plaza, bedestenimizi galeria,
Sergi yerlerimizi center room, show room,
Büyük şehirlerimizi mega kent diye gezeniniz var mı?

Yol üstü lokantamızın fast food,
Yemek çeşitlerimizin menü,
Hesabını adisyon diye ödeyeniniz var mı?

İki katlı evinizi dubleks, üç katlı komşu evini tripleks,
Köşklerimizi villa, eşiğimizi antre,
Bahçe çiçeklerini flora diye koklayanınız var mı?

Sevimlinin sempatik, sevimsizin antipatik,
Vurguncunun spekülatör, eşkiyanın mafya,
Desteğe, bilemediniz koltuk çıkmaya sponsorluk diyeniniz var mı?

Mesireyi, kır gezisini picnic,
Bilgisayarı computer, hava yastığını air bag,
Eh pek olasıcalar, oluru, pekalayı okey diye konuşanınız var mı?

Çarpıcı, önemli haberler flash haber,
Yaşa, varol sevinçleri oley oley,
Yıldızları star diye seyredeniniz var mı?

Vırvırık dağının tepesindeki köyde,
Cafe shop levhasının altında,
Acının da acısı kahve içeniniz var mı?

Toprağımızı, bayrağımızı, inancımızı çaldırmayalım derken,
Dilimizin çalındığını, talan edildiğini,
Özün el diline özendiğine içiniz yananınız var mı?

Masallarımızı, tekerlemelerimizi, atasözlerimizi unuttuk,
Şarkılarımızı, türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik,
Türkçemiz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı?

Karamanoğlu Mehmet Bey'i arıyorum,
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Bir ferman yayınlamıştı...
Hayal meyal hatırlayıp da, sahip çıkanınız var mı?

Yusuf Yanç

20 Haziran 2007 Çarşamba

Türkçeye Nasıl Fransız Kaldık?

Benin, Burkina Faso, Kamerun, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo Cumhuriyeti, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Cibuti, Gabon, Guinea, Fildişi Sahili, Madagaskar, Mali, Moritanya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Tago, Tunus ve Fas.Sıraladığımız ülkelerin en belirgin ortak özelliği sorulmuş olsaydı, belki çoğumuzun aklına gelen ilk cevap “Bu ülkeler Afrika’da yer alıyor” olurdu. Evet doğru. Ama bir ortak özellikleri daha var ki, Afrika’da yer almak kadar belirgin ve ayırt edici: Frankofon ülkeler ailesine mensup olmaları.Frankofon kelimesin aslı “La Francophonie.” Anlamı kısaca “Fransızca konuşan” demek. Uluslararası camiada “Frankofon Ülkeler” denilince, tıpkı yukarıdaki zikrettiğimiz ülkelerde olduğu gibi, 18 ülkede Fransızca resmî dil olarak kullanılıyor. Ayrıca 57 ülkede Fransızca ya ikinci dil, ya da yaygın olarak kullanılmakta.Afrika’daki Fransızca konuşulan toplam yerleşim alanı ABD’den daha büyük. Bu ülkelerdeki toplam nüfus ise 254 milyon. Bu rakam ise çeyrek milyar insanın doğrudan veya dolaylı olarak Fransızcayı ortak iletişim aracı olarak kullandıkları anlamına geliyor. Kısaca bu kadar geniş bir alanın ve sayılmayacak kadar çok farklılıkların bulunduğu bir bölgenin ortak paydasını oluşturuyor Fransızca.Kısaca “Frankofon” olma özelliği saydığımız bu ülkelerde yaşayan insanlar kendi öz dillerine “Fransız” kalmış durumdalar.Peki ya biz?Little Big, Big Star, Marko Delli, Conan Jeans, Lee, Weber Jeans ve Galila Restaurant, LC Waikiki, Rodi, Big Free, Tifanny, Cotton Shop, Benson Jeans, McDonald’s, Burger King, Pizza Hut, Domino’s Pizza, Carousel, Galleria, Capitol, Atrium, Carrefour, Groseri Market, Coiffeur Angle gibi telaffuzda bile zorlandığımız belki binlerce isim…Rainbow Kasabı, Kadir Has Center, Dürüm Land, Cafe Beyzade, Galaxy Alışveriş Merkezi, Ev Shop, Yeşil Plaza, Vatan Computer gibi yarı Türkçe isimler…CoonDra (Kundura), Mardini (Mardin), Velini (Veli), Efendy (Efendi), Eskidji (Eskici), Laila (Leyla), Kiosk (Köşk), Zift (Zift), Ramsey (Remzi) gibi Türkçeden bozma yabancı isimler…Sakashi (Salih Kaya isminin ilk heceleri ile Japon malı havasını veren ‘shi’ eki), Yu-Ma-Tu (Yunus, Mahmut ve Tuncer isimli üç kardeşin isimlerinin ilk heceleri), BEMS (Baba, Emine, Mustafa ve Sabri isimlerinin ilk harfleri) gibi yabancı havası verilen isimler…Sokaklarda, caddelerde gördüklerimiz, günlük konuşmalarımız, gazetemiz, dergimiz, yiyip–içtiğimiz pek çok şey yabancı. Ama bir gerçek var ki, biz artık o yabancı şeylere artık hiç de yabancı değiliz.Yabancılaşma, artık hiç yadırganmaz durumda. Belki de kaçınılmaz veya sıradan görülüyor. Yabancılaşmanın veya gönüllü işgal altına girmenin temelinde yatan gerekçe veya gerekçeler hakkında epey madde sıralayabiliriz. Bizdeki yabancı hayranlığından, hayatın hemen her aşamasında yağmur misali karşımıza çıkmasına kadar yüzlerce sebep bulabiliriz.Bu sebeplerin en önde gelenlerinden birisi, toplum olarak, bir şekildeki kullanımlarda çok istekli oluşumuz olsa gerek. Duyduğumuz yabancı bir kelimeyi kullanırken ilk birkaç denemede hafiften bir yabancılık çeksek de, çok geçmeden o kelimelerin Türkçe karşılıklarını unutuyoruz. Derken dildeki bu dönüşüm tabelalara da yansıyor. Tabelalar yabancılaştıkça, insanlarda daha fazla yabancı hayranlığı oluşuyor. Yabancı hayranlığı daha fazla yabancı kelime kullanmayı doğuruyor. Ve bir kısır döngü devam edip gidiyor. Şimdi bu kısır döngünün başladığı tarihlere doğru kısa bir seyahat yapalım.İlânât1838 yılında İngilizlerle yapılan Ticaret Sözleşmesi gereği, Osmanlı pazarlarına İngiliz malları hızla girmeye başladı. Kısa zamanda diğer Avrupa ülkeleriyle yapılan ticaret sözleşmeleri ile kumaşından işlenmiş derisine, mobilyasından züccaciyesine, hatta askerler ve devlet memurları için özel olarak üretilen kıyafetlere varıncaya kadar ürünler Osmanlı insanının önüne sunuldu. Adı geçen sözleşmeyle, Osmanlı toplumunu büyük bir pazar olarak gören Avrupalı tüccarlar, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi Anadolu’da da bir tüketim toplumu oluşturmak için harekete geçmişlerdi. Bunun için Avrupa patentli ne varsa, gerekli-gereksiz demeden Osmanlı pazarlarına bu ürünleri taşımaya başladılar.Avrupalı tüccarların kullandıkları en etkili yöntem o dönemlerde yayınlanan gazetelere reklâm vermek idi. O dönemin karşılığıyla “ilânât,” yani reklâmlar yoluyla kendi ürünlerini, üstelik kendi verdikleri isimlerle Osmanlı insanına çok geçmeden kabul ettirdiler. Piyano, çikolata, sigorta, mıknatıs, lokanta, vida, fanila, kablo, vapur, tiyatro, balkon gibi bize artık hiç yabancı gelmeyen kelimeler günlük hayatta sık sık kullanılmaya başladı. Hatta o günün insanlarınca bilinen “Medicamants Nouveoux” (Yeni İlâçlar) gibi ifadeler hiç çekinilmeden reklâmlarda kullanılıyordu.Batılı tüccarların kendi ürünlerini tanıtmak ve markalarını zihinlerde yerleştirmek için o dönemde kullandıkları bir başka ilginç yöntem de mektupların kullanılmasıydı. Osmanlı topraklarındaki ticaretle uğraşan meslektaşlarına veya yakın dostlarına gönderdikleri mektupların üst kısımlarına, sattıkları ürünün ismi veya markasını da yapıştırıyorlardı.Gazetelerden mektuplara kadar hemen her alanda Osmanlı sınırları içinde hızla yayılan yabancı ürünler ve markalar, yeni bir tabela kültürünü de ortaya çıkarmıştı. Vitrin camlarında, dükkânların tabelalarında gerek Arap harfleriyle, gerekse Latin harfleriyle yazılan isimler bambaşka bir dili günlük hayata yerleştirmeye başlamıştı. 19 Temmuz 1918 tarihini taşıyan ve İstanbul’da yayınlanan Yeni Mecmua isimli derginin, “Zavallı Türkçe” başlıklı başyazısında bu yeni dil şiddetle eleştiriliyordu. Yazı, belki o dönemin sadece Beyoğlu semtinde yaşananları aktarıyordu. Ama bugün ülkemizin kasabalarına, hatta köylerine varıncaya kadar gözlemlenen tabloyu aynen aktarıyor gibi. Bazı ifadeleri aktaralım:“Bizim memlekette en az bilinen, sarfu nahvi her gün hırpalanan bir lisan varsa Türkçe’dir. Bunu mübalâğa mı zannediyorsunuz? O halde biraz etrafınıza göz gezdiriniz. Mağazaların yekpare iri camları üstündeki yazılı satırlara, duvarlara yapıştırılmış sarı, mor, pembe kâğıtlı ilânların kocaman harflerine… Beyoğlu’ndaki kibar moda mağazalarının ucuzluk ilânlarına bakınız.”Reklâmlar yoluyla yeni teknolojiler ve yeni ürünlerle birlikte, Osmanlı toplumuna yeni anlayışlar, yeni alışkanlıklar, kısacası yeni yaşama biçimleri de gelmişti. Gelen bir şey daha vardı: Yeni bir dil.Batılı tüccarlar ürünlerine olan güveni sağlayabilmek için, insanımızda o dönemlerde filizlenmeye başlayan Batı hayranlığını çok iyi kullandılar. Duvar kâğıtları, çatal-kaşık, dikiş makinesi, züccaciye, giyim-kuşam, yeni teknolojik ürünler reklâmlar aracılığıyla ballandıra ballandıra anlatılırken, bu ürünleri kullanmanın çok önemli bir saygınlık kaynağı olduğu vurgulanıyordu. Bir ürün tanıtılırken hangi ülkede üretildiği de mutlaka söylenenler arasındaydı. İngiliz veya Alman malı olduğu, Fransa’dan veya Amerika’dan getirildiği belirtilmeden geçilmiyordu. Artık insanlar aldıkları bir ürünü yakınlarına büyük bir gurur içinde, “Frengistan malı,” “nev icad,” “yeni icad,” “Avrupa işi” ve “dünyaca ünlü” gibi ifadelerle anlatmaya başlamışlardı. Ve artık görülen her bir yeni ürün “Vay be, adamlar ne güzel yapmışlar!” sözleriyle yâdedilir oldu.Neler değişti?Bir zamanlar yabancı isim ve markaları gazetelerde, duvar afişlerinde, dükkânların tabela ve vitrinlerinde gören insanımız, 1950 yılından itibaren radyonun yaygınlaşmasıyla daha fazla markayla tanışma fırsatı buldu. Tanıştığı her yabancı marka insanımızın Batı hayranlığını daha da arttırdı. Bu hayranlığa paralel olarak, lüzumlu–lüzumsuz ayırdetmeksizin daha fazla Batılı ürün piyasalara sürüldü. 1970’li yıllarda yavaş yavaş yaygınlaşan televizyon yayını yine aynı yönde hizmet etti. 24 Ocak 1980 tarihi, hem reklâmcılık açısından, hem de yabancı markaların daha da yaygınlaşması açısından çok önemli dönüm noktalarından birisi oldu. Bu tarihte alınan ekonomik kararlar çerçevesinde, ülke içinde yabancı yatırımların gerçekleşmesine yönelik önemli imkânlar sunuluyordu. Kısa zamanda pek çok yabancı firma Türkiye’de yatırım yaptı. İç piyasada daha fazla yer etmek isteyen bu firmalar basın yoluyla yoğun bir reklâm faaliyetine giriştiler. Bu yarış 1990’lı yıllarda hızla çoğalan özel televizyon kanallarıyla iyice kızıştı. Bu reklâm yarışına paralel olarak insanlardaki yabancı markalara olan hayranlığı, bu hayranlık da cadde ve sokaklardaki yabancı isimli dükkân, mağaza, market, kasap, saatçi, kırtasiyeci, ayakkabıcı ve daha pek çok satış yerini hızla arttırdı.Türkçeye Fransız kaldık.Artık 2000’li yıllardayız. Yabancı marka hayranlığının ve kullanımının sonu ne zaman gelecek diye merak etme fırsatı dahi bulamadan, bu kez devreye internet girdi. Sokaklarda, caddelerde gördüklerimiz, günlük konuşmalarımız, gazetemiz, dergimiz, yiyip–içtiğimiz pek çok şey yabancı. Ama bir gerçek var ki, biz artık o yabancı şeylere hiç de yabancı değiliz.

  • alıntıdır

29 Mayıs 2007 Salı


25 Mayıs 2007 Cuma

Türkiye'den yapılan radyo televizyon yayınları etkisiyle Azerbaycanlı gençler artık Farsça "evet" anlamına gelen "beli" yerine "evet" demeye başlamışlar. Vaktiyle biz "vazife" diyorduk, onlar da "vazife" diyorlardı. "Görev" kelimesi kullanım alanına girmemiş olsa bile en azından duydukları zamanyadırgamıyorlar. Türkiye'deki alelade insan da Azerbaycanlı bir konuşucuyu on yıl öncesine göre daha rahat anlayabiliyor. Hatta Türkmenistanlı, Özbekistanlı konukları da daha rahat anlayabiliyor.*Birleşmiş Milletler ve dünya İstatistik kuruluşlarının verdiği verilere göre dünyada yaygın kullanılan dilleri kullanış alanı ve amacına göre üç kategoride sınıflayabiliriz: 1. Dünyada en çok nüfus tarafından ana dil olarak kullanılan diller, 2. Dünyada en geniş coğrafi alanda kullanılan diller, 3. Dünyada bilimsel ve teknoloji alanda ticaret, haberleşme ve bilgi alışverişinde yaygın kullanılan diller. Birinci gruptaki diller açısından sıralama Çince, Hinduca, İngilizce, İspanyolca, Rusça, Arapça ve diğerleri; ikinci kategoriye göre sıralama İngilizce, Çince, İspanyolca, Arapça, Türkçe, Hinduca; üçüncü kategoriye göre ise sıralamada başlıca Batı Avrupa Dilleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Rusça yer almaktadır. Pasifik devletlerinden Japonya'nın hızla gelişen Çin'in dili de yakın bir geecekte bu kategoride yer alacaktır.*Yabancı dil öğretimi için eğitim-öğretim dilinin mutlaka yabancı dilde olmasının gerekmediğini çarpıcı bir örnekle sunmak istiyorum. Skale dergisi 1993 yılı 1. sayısında yayınlanan "Sayılarla Avrupa Topluluğu" yazısında verilen bilgiye göre Avrupa topluluğunda 20-24 yaş arası gençlerin % 83'ü en az bir yabancı dile hakim, bu daha yaşlılarda % 50 civarında. Belçika, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerde oran çok daha yüksek. Buna karşın Avrupa'da bütün orta öğrenim ve üniversite öğretimi kendi ana dillerinde yapılıyor. Diğer bir örnek, nüfusu sadece 10 milyon olan Macaristan'da bütün okullar Macarca, tek bir üniversite 1991 sonrası İngilizce açıldı, ama öğrencileri yabancı. Macarca ülke dışında hiçbir ülkede kullanılmadığı halde her konuda bizden çok daha fazla Macarca kitap basıyorlar ve her Macar da bir yabancı dil biliyor. SCI ce taranan dergilerde yayınlanan makalelerin ülkelere göre sıralamasında ilk 20 sırada yer alan ülkelerden yalnız Hindistan yabancı dilde öğretim yapıyor. Yani her ülke kendi dilinde öğretim yaparak bilim üretebiliyor, diller bilim üretimine engel değil.*Sırf İstanbul'da İngilizce, Fransızca, Almanca İtalyanca eğitim yapan orta dereceli okulların sayısı 150'nin üzerende. Bütün ülkede ise özel okulların sayısı 1995 yılı itibariyle 871'dir. Eğer önlem alınmaz ve sınırlamaya gidilmezse üniversitelerimiz de bu yola girer. Eğitim çağında 15 milyon nüfusun tamamını böyle özel okullara göndermemiz mümkün olmadığından (14.300.000. toplam öğrencinin sadece 200.000'i özel okullara gidebilmektedir.) talep de devamlı kamçılandığından maalesef en seçme başarılı öğrenciler "Robert Kolej, Galatasaray Lisesi" başta olmak üzere yabancı dilde eğitim yapan okullara gönderiliyor ya da bu okulları tercihe zorlanıyor. Yabancı dilde öğretim yapan üniversiteler için de aynı durum sözkonusu. Böyle olunca bütün bu üstün yetenekli çalışkan, seçme öğrencileri alan okullar hem yabancı dilde hem de diğer sosyal ve fen derslerinde daha başarılı oluyorlar. Bu sonuç da biraz önce değindiğimiz genel kanaati oluşturuyor. Yani malzeme kaliteli olduğu için ürün de kaliteli oluyor. Önemli olan bir öğretim kurumunun öğrenci alırken hangi yüzde diliminden öğrenci aldığına bakılarak bu öğrencileri hangi yüzde diliminden mezun ettikleridir. Mezunlar ilk yüzde diliminden daha başarılı yüzdeye yerleştirilebiliyorsa o kurum başarılıdır.*Tarihçi Jean-Paul Roux, ''Türklerin Tarihi'' adlı yapıtında ''Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek biricik tanım dilbilgisel olandır. … Türklerin dili çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğundan ilişkide bulundukları birçok insan topluluğu tarafından benimsenmiştir.'' diyor. Ünlü dilbilimciler, Türkçenin yetkinliğini ve kurallı oluş bakımından öteki dillerden üstünlüğünü övmüşlerdir.*Max Müller, Türkçe hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor: ''Türkçenin bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olanlar için bir zevktir.Türlü dilbilgisi kurallarının belirlenmesindeki ustalık, eylem çekimlerindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık, kolayca anlaşılabilme niteliği, insan zekasının dil aracılığı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır…. Türk dilinde her şey saydamdır, apaçıktır.*Jean Deny, ''Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun danışma ve tartışmaları sonucunda oluştuğu kanısını uyandırıyor. Fakat böyle bir kurul, Türkistan bozkırında kendi başına kalmış olarak ve kendi yasaları ya da kendi içgüdüleri itişiyle, insan beyninin yarattığı bu sonucu sağlayamazdı !'' demektedir.*XIII. yüzyılda Cengiz Hanın Moğol İmparatorluğu, yaklaşık olarak, tüm Türk Dünyasını egemenliği altında toplamıştır. Moğol İmparatorluğunun, devlet dili olarak Uygur Türkçesini ve Uygur yazısını kullanmıştır.* Türk dilinin büyüleyici etkisi kendini göstererek, Türkçe, Anadoluda hızla yaygınlaşan halk dili olur. Moğol işbirlikçisi Anadolu Selçuklusu sultanlarının egemenliğine başkaldıran Türkmen beyi Karamanoğlu Mehmet Bey'in Konyayı ele geçirip Siyavuş'u Selçuklu sultanı yapması, Türk dili için mutlu bir olay olur: Karamanoğlu Mehmet Bey, 19 Mayıs 1277'de ünlü fermanını yayınlar: ''Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır! ''. Türkçenin bu bağımsızlık bildirgesiyle, Moğolların ilerlemesini durdurmuş olan '' külahlı, ayağı çarıklı ve kara kilimli Türkmenler'', Farsçayı benimsetmeye çalışan ''Rumi'' adı takınmış Selçuklulara karşı bir dil yengisi kazanmışlardır.*Yunus ,Mevlana'nın Mesnevisini okuduğunda çok uzun ve belki biraz da Farsça yazılmış olmasını beğenmeyerek, bu Mesnevinin yerine:''Ete kemiğe büründüm Yunus deyi göründüm.''beytini önermesi, Türkçeyi sevenler için etkileyicidir. Yunus'un şiirleri yüzyılardan beri Türklerin belleğinde yaşamaktadır. Günümüzde Birleşmiş Milletler yapısının girişinde duvara yazılan :Gelin kardeş olalım İşi kolay kılalımSevelim sevilelim Dünya kimseye kalmazdörtlüğü ile Yunus Emre güzel Türkçe ve insancıllık dersi vermektedir.*Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kaygusuz Abdal ve daha nice Türk halk ozanları koşmalar, koçaklamalar söyleyerek Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı şairlerinden daha özgün, daha kalıcı olmuşlardır. Örneğin en ünlü Osmanlı şairleri, Karacaoğlan'ın ''Çukurova bayramlığın giyerken / Çıplaklığın üzerinden soyarken / Şubat ayı kış yelini kovarken / Cennet demek sana yakışır dağlar'' dörtlüsü ile başlayıp ''Karacaoğlan size bakar sevinir / Sevinirken kalbi yanar göğünür / Kımıldanır hep dertleri devinir / Yas ile sevinci yıkışır dağlar'' dörtlüsü ile biten koşmasındaki özgün doğa betimlemesinin düzeyine ulaşamamışlardır . Bu koşmadaki anlatım akıcılığı ve sözcük zenginliği, Türkçenin gücünü ortaya koymaktadır.* I. Abdülhamit'in tahta geçmesi sonrasında Anayasanın (Kanun-u Esasi) hazırlanmasında dil sorunu ortaya çıktı: Geniş Osmanlı topraklarından Meclise gelecek temsilciler hangi dil ile konuşacaktı? Batı, yüzyıllar önce tek bir ulusal dili egemen kılıp geliştirerek böyle bir sorunla karşılaşmamıştı. Uzun tartışmalardan sonra -azınlıkların tepkileri de yatıştırılarak- Anayasanın 18. Maddesine Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğuna ve devlet hizmetlerine gireceklerin bu dili bilmesinin gerektiğine ilişkin hüküm konuldu. II.Abdülhamit'in Meclisi kapattıktan sonra uyguladığı ağır sansür, dili kapsamadığından, aydınların Türkçeyi geliştirme çabaları kesintiye uğramamıştır. II. Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın telkini ile devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemiş ise de, Sait Paşa'nın ''Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar'' diyerek karşı çıkması üzerine, bu isteğinden vazgeçmiştir.*Osmanlı döneminde, tıp, mühendislik ve askerlik terimlerinin Batı dillerinden Osmanlıcaya çevrilmesi görüşü egemendi. Ancak terim türetmede Türkçe sözcüklerden değil de Arapça ve Farsça sözcüklerden yararlanılmakta idi. Bu "takıntıyla" kimi zaman gülünçlüklere düşülürdü.Örneğin Osmanlının İtalyadan satın aldığı topların üzerinde ''Balliemez'' damgası bulunduğu için, bu toplar Türkler arasında ''Balyemez Topu'' diye adlandırılmıştı. Ancak Osmanlının bilgiç okumuşları, bu toplara Türkçe bir ad konulduğunu sanarak, Türkçe sözcükleri aşağılık sayıp Türkçeyi bilimsel ürünleri adlandırmaya yakıştıramadıklarından, Türkçe ''Balyemez'' sözcüğünü, yarısı Arapça yarısı Farsçaya çevirerek ''Asalnemihored'' yapmıştı. ''Asal'', Arapça "bal", ''Nemi-hored'' ise Farsça "yemez" anlamına geliyordu*Abece sorununu, Atatürk ''Bizim ahenkli zengin dilimiz Yeni Türk Harfleriyle kendini gösterecektir.'' diyerek, 3 Kasım 1928 tarihinde Mecliste kabulünü sağladığı yasayla, Latin harflerine dayanan Türk abecesini dilimize kazandırmıştır.*Hint-Avrupa ve Sami dillerine göre Türkçenin sözcük ve bu arada bilim terimleri türetmede önemli bir üstünlüğü vardır. Prof. Doğan Aksan'ın ''Türkçenin Gücü'' yapıtında açıklandığı üzere, Türkçemiz bu özelliği ile benzersiz üstünlüğe sahiptir. Bu yapıtta ''sür-'' kökünden, yalnızca Türkiye Türkçesinde 100 kadar türetilmiş sözcük örneği verilmiştir.*1936 yılında Kahire'de toplanan Arap dil kurultayı, Türkçe kökenli 3600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında ''sarık'' sözcüğü de vardır.*12 Eylül Darbesi sonrası, dilde geriye dönüş zorlamalarına girilmiş, kimi öz Türkçe sözcüklerin kullanılması Yönetim Buyruğuyla yasaklanmıştır. Bu sözcükler arasında ''devrim'' ve dönemin devlet başkanı Kenan Evren'in soyadı olan ''evren'' sözcüğü bile bulunmakta idi